5 Aralık 2020 Cumartesi

Birol Ünel

 Ölüm üzerine çok düşündüm. Saatlerce sarhoş, ayık, uykulu, uykusuz... Aslında insanlığın belki de hiçbir zaman çare bulamayacağı bir dert. 

Peki ölüm bir dert mi? Ölüm var,  ölüm var. Ölen var,  ölen var. Hiç baktınız mü vapurla Kadıköy'e geçerken Topkapi Saray'inin camlarına. Kim bilir kimler o camlardan o boğazı izledi. Nice sultanlar, paşalar,sadrazamlarin entrikalarina şahit oldu o duvarlar. 

Hepsi gitti. Mazi oldular. Entrikalar, iktidarları, güçleri hepsi mazide kayboldu gitti.  

Hayat böyle ellerimizden her dakika kayıp gidiyor. Bir daha gelmemek üzere. Birol da böyle gitti. Kimler gitmedi ki Birol. Müziklerini dinlediğimiz müzisyenler mi üzerine saatlerce konuştuğumuz politikacılar mi?

Ölümünün ardından açtım bir filmini izledim birayla. Sen geldin bir sigara yaktın yanıma oturdun. Konuştuk hayata dair, hayal kırıkliklarina dair. Gelip geçen anılara, insanlara dair. Biliyordum seveceğini. Sonra gittin. 

Elveda Birol. 





4 Eylül 2019 Çarşamba

Evim Neresi?

Evim neresi?
Balkanlardaki eski Sovyet blokları mı?
Batı Avrupadaki zenginlik kokan sokaklar mı?
Sahi evim neresi her geçen gün kaybederken seninle ilgili anılarımı
Kaş'ta olan gün batımını
Evim neresi?
Belki evim Romanya'da meydana bakan genişçe bir oda
Belki ormanın ortasında bir bungalov
Belki bir hostel yatağı.
Odanın ışığını gözleyebildiğim her yer aslında benim evim. Onu farkettim, ne kadar geç olsa da. Şimdi yollarda sensizliği aramak istiyorum. O yolun dönüşünde söylediğin duvarları kendim yıkmak istiyorum. I 

10 Aralık 2017 Pazar

Son Otobüs

Nasıl anlatsam? Hayatınızda hiç zamanın durmasını istediniz mi? Hani laf olsun diye değil gerçekten zamanın takılı kalmasını.. Akdeniz gibi kokan gülüşünde Akdeniz dalgalarının sesini saklayan tıpkı soğuk bir kış gecesinde yaz sıcaklığını yaşatan. Zaman durmuyor akıyor hemen hemen insanoğlunun müdahale gücü olmayan tek şey zaman. Durduramadım. Bu da benim ayıbım olsun. Üzgünüm.

2 Temmuz 2017 Pazar

Taksim Mersiyesi

Bu sabah uyandıktan sonra internette gezinirken bir yazı dizisine denk geldim. Beyoğlu hakkında. İlber Ortaylı, Aydın Boysan, Ahmet Ümit gibiler beyoğlunun küllerinden doğacağı gibi umut dolu şeyler söylüyorlardı. Bunun üzerine hemen hemen bütün gençliğini Beyoğlunda geçirmiş bir fakir olarak bir yazı yazmak istedim.
Öncelikle bu cumhruiyet döneminden sonra gelmiş olan aydınlarımıza hayranım. Optimistlik paçalardan akıyor. Ben o kadar iyimser olamayacağım. Hatta o yazı bana o kadar korkak geldi ki malum iktidarı eleştirmeye bile cesaretleri olmadan umut pompalıyorlardı.Ey İlber hocam siz Taksimin geçmişini hepimizden iyi bilirsiniz. Yazıda da söylemişsiniz zaten ufak bir Paris olduğunu. Neden oraya yapılacak caminin Taksimin karakteristik özelliğini değiştireceğinden hiç dem vurmadın? Yapılacak olan cami orayı kanaatimce bir Aksaraya çevirecek. Taksimin geri dönüşümüne birebir şahit oldum ve diyebilirim ki : Taksim bir ideoloji savaşı alanıydı ve kazananlar İslamcı kesim oldu.
Eskiden tabi ki bir Amsterdam değildi ama polisi de bu kadar hissetmiyordunuz. Lise dönemlerinde Taksime gittiğiniz zaman caddede her türlü müzik akımına bağlı gençleri görürdünüz. Hatta çocukluğumda ailemle beraber gittiğim zamanda bile gördüğüm marjinal giyimli insanları ayrıt edebilirdim.
Lise dönemimizde açıkçası ne bu kadar polis baskısı ne de dönüşümü hissettik. Oysa Taksimin son Özgür Nesli olduğumuzu nereden bilebilirdik . 
Ben Demirören mevzusunu milat olarak alıyorum çünkü ondan sonra değişimi açıkça görebildim. Yapılan AVM zaten Taksim ruhuna aykırı birşeydi. İnsanlar caddede yürüyerek alışverişlerini yaparken şimdi bir binaya kümes gibi toplamak Taksimi öldürmenin ilk bıçak darbesiydi. Sonrasında üniversite hayatımda bol bol gittiğim neva barın kapanması. Uzun yıllar sonra evinden çıkarılmış bir kiracı gibi hissediyordum.  İnternette uzun araştırmalar sonunda bulabildiğim çok az görselinden bir tanesi :
Hiç unutmam gezi olayları yeni yeni filizleniyor. Arkadaşımla neva bardayız. Zaten Neva öyle bir yerdi içeri girdiğiniz zaman boyut değiştirmişsiniz gibi olurdu. Dışarıdan tamamen izole ve karanlık. Bambaşka bir dünyaya adımınızı atardınız. İçeride kimler yok ki? Eski Rockçılar, ucuz olduğu için gelen amcalar, 40 yaş üstü kadınlar, Şarapçılar ve hikayesi olan onlarca insan tipi. Çok mutluyum ki öyle bir ortama tanık olabildim gençliğimde. Hatta Taksime ilk arap akının başladığı zamanlarda Suud bir milletvekilinin çocuğu bile gelmişti. Neyse arkadaşımın bana kurduğu cümle şu olmuştu: "Bak Tunç yavaş yavaş her yere pahalı oteller araplara yönelik mekanlar yapılıyor bir kaç sene sonra Neva gibi yerlerin adı bile olmayacak." Nitekim haklı çıktı ve bir kaç sene sonra kısa bir can çekişme sürecinden sonra neva kapandı. Can çekişirken Rock kimliğinden çıkıp demet akalın çalan bir mekana ne kadar dönüşmeye yeltendiyse de kapanırken yine rock kimliğini koruyarak kapandı. 
Şimdi Taksimin ne eski marjinal gençleri kaldı ne rockçıları. Her adım başında bağırarak şarkı söyleyen ve kulağı tırmalayan sokak müzisyenleri haricinde. Aslında Türkiye'nin sanattan farklılıklardan ne kadar uzaklaştığının resmi. Seküler kesimin uzaklaşmasıyla her yeri saran Arap döneri ve falafel kokusu orayı yaşanılamaz hale getirdi. Başlarda çok sempatik olarak baktığımız bu lokantalar Taksimin her yerinde mantar gibi türemeye başladı. Onunla beraber açılan nargile kafeler Taksime bir Kahire havasını fazlasıyla vermeye yetiyor. Taksimi Taksim yapan insanların yavaştan çekilmesi ve etraftaki tavuk döner kokusu ekonomik olarak da oranın çökmesinin sebepleri arasında. Taksimin ekonomisi tavuk döner ve falafel ile dönemeyecek kadar heybetliydi ve potansiyeli vardı. İslamcıların nargile ve tavuk döner ikilisiyle bu ölü Taksimi canlandırmasının çok zor olduğunu görüyorum. Son olarak artık herkes taksimden kaçıyor ya yurt dışına(onlardan birisi de benim dürüstçe söylemek gerekirse) ya başka şehirlere ya da Kadıköy'e. Şimdi sormak istiyorum Peki sıra Kadıköy'e gelmeyecek mi?

20 Şubat 2017 Pazartesi

American Honey ve Hedonizm

Dün akşam American Honey adında bir film izledim. Filmi açarken kafamda bir çok soru işareti vardı. Konusu okuduğumda da filmin gidişatına dair pek birşey anlayamamıştım. Film genel olarak Amerika'da epey düşük gelirli olan bir yerden çıkan kızın Amerika'da belli bölgeleri dergi satarak gezmesidir. 80'lerde yapılmış Amerikan gençlik filmlerinden farklı olarak bu sefer daha gerçekçiliği yakalamış gibi. Filmde Amerikada 18-25 arası gençlerin yaşam tarzlarına yönelik bir eleştiri mi var yoksa bunun propagandası yapılıyor ben bunu anlayabilmiş değilim ama gençlerin bu kadar hazcı bir şekilde free sex,drug rock n roll yaşamaları göze fazlasıyla sokulmuş. Gençlerin ne kadar yozlaşmış oldukları ve aslında dünya kültürlerinin nasıl Amerikan potası altında eritilmeye başlandığının güzel bir delili.

Günümüz kapitalizm merkezli küreselleşmede bizleri nasıl ele geçirmeye çalıştığını eğlence kültürümüzün nasıl yok edildiğinin aynaya yansımış hali.Filmde gençlerin taktığı yankees şapkasından konuşmalarının ana temelini oluşturan para kazanma hırsı ve seks dünya toplumuna oluşturulan gençliğin bir portresi. İnsanın temelinde iyi olduğuna inanmak istemişimdir her zaman ve bu doğrultuda ikili ilişkilerimi kurmuşumdur.Ama insanın hedonist ve çıkarcı yapısı bir çok defa hayal kırıklıklarına uğramama sebep oldu. Peki suçlu kim?
 Aslında biraz bakış açısıyla da alakalı bu. Filmde "bad girl riri" şarkılarında gençlerin nasıl eğlendiği yeni nesil rap müziklerinde hazcı sözlere nasıl tempo tuttukları Amerikan hayalinin çöktüğünü mü yoksa yozlaştığını mı bize gösteriyor? 
Bence kesinlikle yozlaştığı. Filmde Amerikan rüyasına bir eleştiri olmakta içten içe Amerikanın nasıl çürüdüğünü ve gençlerin bu çürüme içinde bağımlılıkla müzikle oyalanırken bataklığa daha çok saplandıklarının acı bir tablosu. Keza Irak'a gelen Amerikan askerlerinin halka yaptıkları da açık bir şekilde ortada.



12 Ocak 2017 Perşembe

Evet günlerden 12 Ocak. Zaman geçtikçe içimde bazı şeylerin heyecanı daha da artıyor. Geleceğe dair. Umut sanki biraz daha dünyamızı yaşanabilir hale getiren yegane şeylerden birisi. Her geçen gün hapishane mahkumu gibi günleri sayarken bir an önce günlerin geçmesini dilemekten başka elimde güç yok. 
 Önceki tecrübelerimi göz önünde bulundurarak herşeyin güzel olacağını düşünüyorum. En azından temenni bir hayal. Fakültede yıllar boyunca gördüğümüz Yahya Kemal'in bununla ilgili çok güzel dizesi yok muydu? "İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar.."
Günler birbirini takip ederken pes etme. Belirlediğin yolda ilerle. Işığı gördün gibi ise koş hiçbirşeyi düşünmeden. Çünkü o ışık sana ilahi acıdan kaçışı sağlayan yegane umut. Hatırlar mısın Andy'nin yüzünü filmde. Herkesin hayatı aslında Shawshank Hapishanesi bazılarımız müebbet cezamızı kabullenmişiz bazılarımız brook gibi belli yaştan sonra buradan ayrılsak bile diğer hayata uyum sağlamayamıyoruz. Ama önemli olan Andy gibi olabilmek. Hiçbir zaman bu duvarlarla bütünleşmeyeceğim...


Not:
Daha önceki yazılarımda George Michealdan bahsetmiştim. Geçtiğimiz günlerde maalesef bizleri terk etti.Planlar yaparken yılların geçtiğine mi üzülsek yoksa böyle güzel insanların göçüp gittiğine mi? Her neredeysen umarım mutlusundur.
https://www.youtube.com/watch?v=xQ9KuQQDEow

28 Kasım 2016 Pazartesi

Umutsuzluk

Nedir umutsuzluk? Kelime anlamı umutsuz olma durumu. Sözlükte öyle geçiyor. Ne kadar basit geliyor kulağa. Sanki aç olma hali gibi. Yaşar Kemal bir yazısında şöyle demiş "Umutsuzluk düşünmemekten doğar." Kesinlikle tam tersi olduğunu düşünüyorum şöyle ki ne zaman derin düşüncelere dalsam her zaman bir istiridye görüyorum derinlerde. Büyük bir umut kaplıyor içimi ve peşi sıra gelen hayaller ama ne zaman o istiridyenin içini açsam yüzüme tokat gibi çarpan yokluk beni hayal kırıklığına ve oradan umutsuzluğa sürüklüyor. Eğer vücuda girdiyse bu iki bela sinsi bir hastalık gibi hayatınızın belli dönemlerinde sizi rahatsız ediyor. Kimilerini tüm hayatları boyunca. Sizi o kadar içine çekiyor ki bazen donmadan önceki uyku hali kadar tatlı geliyor.

Hayal Kırıklıkları

Hayatın belki de tek gerçeği ya da benim için. Bazı yerler bu hayat kırıklıkları ile özleşmiştir ne zaman oralarda yürüseniz ayağınıza batar canınızı yakar. Tek çaresi uzaklaşmaktır veya hayal kurmamak ama insan hayal ettiği müddetçe yaşamaz mıydı? Ne yapmamız lazım? Bu kırıklıkların vücudumuza bir bir saplanmasını nasıl önleyebiliriz? Bu boşluk bu bilinmemezlik beni nereye götürür? Savaşacak gücüm de kalmadı bu yaraları düzeltecek merhemim de. Tek çaresi gitmektir bence. Elinden geldikçe uzağa hiç seni tanımayan hiç hayal kırıklığına uğramadığın topraklara kaçmaktır. Burada yaşadığın cehennemden çıkıp başka yerde kendi cennetini kurmaktır belki de yapmamız gereken.

Bu kadar basit mi?Hayallerim önümde duruyor dokunsam paramparça olacak dokunmasam ömür geçecek...

Geçmiş doğum günün kutlu olsun. Her geçen sene neden doğdum sorusunu kendime tekrar tekrar sorarken artık yaş 25'i de geçti bu sorular gölgesinde ömrün yarısına gelmeme 10 sene kaldı. Kim bilir 27'ler kulübüne ben de katılırım.